Birinci Harp’te Çanakkale savunması: BÜYÜK DİRENİŞ GELİBOLU’DA BAŞLADI
Tarihçi, akademisyen ve yazar İlber Ortaylı, Atlas Tarih dergisinin Çanakkale Özel Sayısı’nda 18 Mart Çanakkale Zaferi’ni anlatan bir yazı kaleme almıştı. İşte o yazı: “Savaş başladığında Çanakkale cephesi, henüz müşterek bir saldırıyı kaldıracak güçte değildi. Boğaz’ı önce denizden sonra karadan zorlayan itilaf güçleri, 9 ay süren Türk savunması sonunda savaş alanını terk etti. Bu mücadele, büyük bir direniş döneminin başlangıcıydı. Çanakkale savunması, Birinci Cihan Savaşı dediğimiz yeryüzü nüfusunun mevcut devletlerin öncülüğünde iki cephede katıldıkları büyük savaşın, önemini tarih yazıcılığında da elan koruyan çok önemli bir safhasıdır. Hiç şüphe yok ki Birinci Dünya Savaşı’nın sebepleri ortadır. Yükselen Almanya, sanayii, kara ordularının kuvveti, İngiltere’yle mukayese edilecek durumda olmamasına rağmen bahriyedeki teknolojisi ve büyümesiyle İtilaf devletleri dediğimiz grubu korkutuyordu. Almanya’nın karşı tarafta asıl çekince yaratan bir yanı da, işçi sınıfının sadece Avusturya, Rusya ve hatta Fransa gibi ülkelere göre değil doğrudan doğruya Britanya’nınkine göre bile daha müreffeh ve daha bütüncül bir ideolojiye tabi olmaya hazır bir kuvvet olmasıydı.
Ve gerçekten de Almanya Birinci Dünya Savaşı’na işçi sınıfından emin olarak girdi. (Sosyalist hareketler de Rusya blokundan ayrıldı. Bu nedenle III. Enternasyonal’de, ikinciden bir kopma meydana geldi.) Alman ve Avusturya grubunun müttefik adayı Osmanlı İmparatorluğu’dur. Osmanlı’nın 1912-1913 Balkan Savaşları’nda uğradığı bozgun, bir savaş tarihi olayı olmaktan öte bir siyasi bozgundur. Komuta kademelerinde tutarsızlık vardır. Sevkiyatta son derece acemilikler görülmüştür. Orada bulunması gereken askerler orada değillerdi. Ya terhis edilmişler, ya da başka yere nakledilmişlerdi. Ve Balkan Savaşı’na diplomasi zaafıyla giren ordunun ve hükümetin aynı konumunu maalesef Birinci Cihan Harbi arifesinde de sürdüreceği görülmektedir.
Savaşlar konusunda dünya tarihinin mevcut strüktürü değişti. Ordular, savaşları cephede yapardı. Cephenin gerisine ya mağlubiyet ya da galibiyet haberi ulaşırdı. Oysa bu savaşta cephe gerisi de muharebenin içindeydi; açlıkla, iptidai uçaklardan alınan bomba ve çivilerle, ekonomik sıkıntıyla, karaborsayla ve yer yer asayiş sorunlarıyla… Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı, mesela Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nda ve karşı tarafta Rusya’da görülen asayiş sorunları ve ideolojik nedenlere dayanan ayaklanmalardan masun kalacaktır. Özetle, devletin savaş boyunca topluma hükmettiği görülmektedir. Bunda tarihi geleneği de aramak gerekir. Birinci Cihan Savaşı’nda ordular inanılmaz miktarda asker topladılar. İşte bu askerleri teçhiz etmek, barındırmak büyük sorun oldu. Osmanlı Türkiye’si de bu problemle karşı karşıya kaldı.
“AH ON BEŞLİ ON BEŞLİ”
Savaşın başında hiç görülmemiş şekilde bir milyona yakın asker topladık, silah altına aldık. “Silah altına almak” burada bir deyimdir. Çünkü daha ilk anda teçhizat ve mühimmat sıkıntıları başladı. Bu vakte kadar görülmemiş bir şey yapıldı. “Askerlikten muaf” sözü kalktı. Artık medreseliler, gayrimüslimler de vatan savunmasına katılıyorlardı. Ordunun nüfusu, savaş ilerledikçe daha da artacaktır. Sonunda hepsi bir anda silah altında olmasalar da iki milyonu aşkın asker silah altına alınmıştır. Bu savaş bir yedek subay savaşı olmuştur.
Bilhassa 1915 yılında İstanbul’un Mülkiye, Tıbbiye, Darülfünun gibi yüksek okulları, Kabataş, Galatasaray ve Haydarpaşa gibi liseleri boşalan sıralarla tanınıyordu. Anadolu, seferberliği hayatında görmediği ölçüde tatmıştır. Savaş zamanının meşhur Tokat türküsü “Ah on beşli on beşli Tokat’ın yolları taşlı, on beşliler gidiyor kızların gözü yaşlı”, 1315 (miladi olarak 1899-1900) doğumluları kastetmektedir. Bu gençlerin savaş yılında yani 1917’de, Çanakkale’deki zayiat dolayısıyla acele askere alındığı ve henüz 17 yaşında oldukları bilinmektedir. Ulaşım imkânlarının kıtlığı dolayısıyla askere almalar, bu tarihe kadar böyle bir işleme alışmamış, hiç görmemiş olan İstanbul’u ve tabii Marmara bölgesi kentlerini, Orta Anadolu’yu, Karadeniz kıyılarını ve Çukurova’yı kapsamaktaydı. Nitekim bu savaşta rakamlar çok münakaşalı olmasına rağmen, Mart 1915’ten beri Çanakkale’deki Beşinci Ordu’nun komutanı olan Liman Von Sanders dahi 200 binin üzerinde rakam veriyor. Bazı çevreler şimdi bunu 50 bine kadar indiriyorlar. Bu hesaplama teknikleri üzerinde ciddi ve etraflı bir rapor okuyamadım. Her halükârda Çanakkale Cephesi’nin savaş boyunca diğer cephelerden toplam olarak değilse bile tek tek en çok şehit verdiği açıktır. Çanakkale’de subay ve nefer olarak gayrimüslim şehitler de vardır. Bu topyekûn bir savunmadır. Bir vatan savunmasıdır. Çanakkale’nin, Birinci Cihan Savaşı’nın Marne, Verdun gibi ve ikinci savaştaki bazı şehirler gibi büyük bir abidesi olduğu kesindir. Bütün savaşan ülkelerin bu nevi abide mevkileri yoktur. Mesela Alman-Avusturya Cephesi’nde böyle bir bölge görülmez. Doğu dünyasında da Çanakkale Türk askerlerinin savaşçılığının modern zamanlardaki tek örneği olarak ortada durmaktadır. Bu savaşın en önemli özelliği şudur: Savaşın başında bir dağınıklık hükmetmektedir. Gerçi Almanya ile ittifaka girdiğimiz ve savaşa katılacağımız Başkomutan Vekili Enver Paşa’nın zihninde çoktan yer ettiği için Eylül ayından beri Çanakkale girişi müstahkem bir mevki haline getirilmektedir. Fakat burada henüz tam bir hazırlık görülmez. Bu bölge, henüz müşterek bir hücumu karşılayabilecek kapasitede değildir. İşin garibi İtilaf devletlerinde de bu bölgenin ne derece savaşa açık olduğu, ne derecede yoğun savaş verileceği konusunda henüz kesin bir karar ve birlikte bir görüş verilmemiştir.
ALMANYA’YLA İTTİFAK ENVER PAŞA’NIN BAŞINDAN BERİ AKLINDAYDI. BU YÜZDEN ÇANAKKALE EYLÜL AYINDAN İTİBAREN GÜÇLENDİRİLDİ.
Hatta savaşın ilerleyen safhasında bile, şayet Boğaz geçilirse, İstanbul’un kim tarafından ve nasıl işgal edileceği ve statüsünün ne olacağı belli değildir. Nitekim Kasım ayında savaş ilerlediği vakit, İngiltere’nin tutumu, gerçek anlamda bir şahin olan ve stratejik yönden büyük emeller besleyen Rus Hariciye Bakanı Sazonov’un ve takımının gizli açık protestosuyla değişmiştir. Kendisi, 21 Aralık 1914’te harbiye bakanına Çanakkale ve İstanbul boğazlarının ele geçirilmesi emrini veriyor. Herkes biliyor ki Rusya girdiği savaşta donanımı itibariyle bunu gerçekleştirecek durumda değildir. Çünkü “3 askere bir tüfek” hesabıyla savaşa girmektedir. 5 milyon miktarında yani en kalabalık kara ordusuyla savaşa girmesine rağmen Rus donanmasının durumu da hiç iç açıcı değildi. Nitekim 1905 Rus-Japon Savaşı’nda da bu hâl görülmüştür. Nihayet bahriyedeki ideolojik ayaklanmalarda görülmüştür. Zaten ihtilalden sonra da Çar ordusunun en fazla husumete uğrayan Kızıl askerler tarafından affedilmeyen bölümü de donanmanın amiralleri ve komutanlarıdır. Gene Kızıl Ordu safhalarına katılanların en başında rütbesiz denizciler gelir. Bütün bunlara rağmen Sazonov, belki bu imkânsızlar ve siyasi protesto yüzünden, Churchill’e 1915 Ocak sonunda bile kendilerinin destek olamayacaklarını belirtmiştir. Sebep İstanbul’un kendilerine vadedilmesiydi. Herhalde uzun tartışmalar sonucunda Churchill, bir şekilde İstanbul ve İstanbul Boğazı’nın Rusya’ya bırakılacağı konusunda onu ikna etmiş olmalı ki 4 Mart 1915’te İstanbul Antlaşması yapılmıştır. Çanakkale Savaşı’nın bugünkü değerlendirmesinde; Rusya’nın yolunun kapatıldığına ve oradaki kıtlık ve iç huzursuzluk arttığı için Rusya’nın savaştan çekildiğine, dolayısıyla önce Şubat ayında burjuva ihtilalinin, ardından da Rus takvimiyle Ekim Devrimi’nin (7 Kasım 1917) gerçekleştiğine, Rus tarihiyle dünyanın gelişiminin etkilendiğine ve Çanakkale’nin buna hizmet ettiğine, hatta Rusya kazansaydı Kurtuluş Savaşı’nın yapılmasının mümkün olamayacağına çünkü Rusya faktörünün Anadolu mücadelesi gibi bir direnişi ezeceğine dair yorumlar yapılmaktadır. Tarihte, “olsaydı” “yapılabilseydi” gibi yorumlar, yöntem olarak tavsiye edilmez. Bu gibi yorumlarda ideolojik özlemler ve psikolojik faktörler etkin olmaktadır ve abartmalara düşmek kaçınılmazdır.
SICAK SAVAŞ BÖYLE BAŞLADI
Her halükârda, Kasım başlarında artık Çanakkale Savaşı’nı 1914’te başlamış sayıyoruz. Niçin? Goeben ve Breslau’nun sığınması sırasında Britanya hükümetinden Bahriye Nazırı yani Amirallik 1. Lordu Winston Churchill’in elinden uğradığımız dolandırıcılık dolayısıyla… Britanya, hem ısmarlanan gemileri vermedi ki bu anlaşılır (savaşın arifesinde bu iki zırhlı önemliydi). Ama ödediğimiz parayı da geri vermediler. Bu infial sırasında İngilizlerin önünden kaçan iki Alman donanma parçası, ki maalesef bunu bir kaçma-kovalamaca değil, doğrudan doğruya Enver Paşa’nın Alman Elçisi Wangenheim’la yaptığı bir pazarlık dolayısıyla “bu iki gemi bize gelirse, bu savaşta sizinle oluruz Rusya’ya birlikte saldırırız” gibi bir anlaşma yaptığı bugün artık anlaşılıyor. Bu sığınma dolayısıyla kovalayan donanma zaten Çanakkale’nin ağzındaydı. Almanların Bahriye Nazırı ve Enver Paşa’nın emriyle Karadeniz’e çıkıp Rus limanlarının bombardımanından sonra 29 Ekim’de ilan ettiğimiz savaşından ardından, bu zırhlılar 3 ve 4 Kasım 1914’te, yani biz Rusya’yla resmen harbe girip ardından İngiltere, Fransa hatta Belçika ve Japonya’dan da mukabil savaş ilanını aldıktan sonra bu Çanakkale’deki giriş hatlarını bombaladılar. Bombardımandan sonra mukabele gördüler, orası tahkim edilmişti. Asker ve subaylardan 100’e yakın şehit verdik. Bunlar geri çekildiler. Çünkü zaten Boğaz harbi ve İstanbul’a yönelme gibi bir planın ortada olmadığı açıktı ve ilerleme kaydedecek durumda değillerdi. Fakat artık fiilen soğuk dönem bitmiş ve ateşli sıcak dönem başlamıştı.
YABANCI LİTERATÜR, SAVAŞI TARAFLI YAZIYOR
Çanakkale Savaşları’nda yabancı literatür, ki 1. Dünya Savaşı tarihi maalesef Türklerin kendileri tarafından yeterli bir biçimde hem yerli kaynaklarımız hem de savaşan tarafların kaynakları yeterince taranarak yazılmadığı gibi yabancı müşavirler ve askeri tarihçiler de hassaten Türkçe bilmediği için çok taraflı yazılıyor. Bu taraflılığın ilkel milliyetçilikle yazılması şart değil. Malzemeyi kendilerine göre kullanıyorlar. Mesela Çanakkale Savaşı’nı Türklerin yazdığı günlüklerden ve arşiv malzemesinden çok, çıkarmanın komutanı olan Hamilton’un raporlarından ve hatıratından yararlanarak yazmayı tercih ediyorlar ve buradaki abartmalar göze batıyor. Buradaki en büyük örnek, Hamilton’un Arıburnu çıkarmasının başarısızlığını doğrudan doğruya Türklerin bombardımanına, karşıdaki ordunun çok kalabalık olmasına, kendilerinin ancak 2-3 taburla çıkmasına bağlaması çok şaşırtıcı. Çünkü hakikaten General Cayley büyük bir kahraman olarak ayrıldı meydandan. Saldırıyı çok etkin bir biçimde yaptı ve askerlerini çok etkin şekilde geri çekti. General Baldvin öldü. General Cooper ağır yaralanarak çekildi. İki taburluk asker nasıl oluyor da bu kadar general tarafından idare ediliyor? Ve başarı gösteremiyor? Böyle sorular var ve tabii orada bulunan Yarbay Mustafa Kemal de haklı olarak bunları soruyor.
ÇANAKKALE SAVAŞI BAŞLIYOR
Osmanlı ordusu 1826’dan beri reform çabaları güdüyordu bunun için geniş ölçüde silah mübayaası ve yabancı müşavirler de kullanılıyordu. Tuhaftır ki II. Mahmud’un kullandığı ilk Prusyalı müşavirlerden biri olan Helmuth Karl Bernhard Graf von Moltke, 1870’deki Sedan Savaşı sırasında Prusya Genel Kurmay Başkanı ve mareşal olacak zattı. 1856 Paris Kongresi’nden sonra reform çalışmalarını daha çok Polonya ve Macaristan’dan ayaklanma dolayısıyla Osmanlı İmparatorluğu’na sığınan Polonyalı ve Macar zabitlerle (aralarında Konstanty Borzecky (Mustafa Celaleddin Paşa) ve Çaykovski (Mehmet Sadık Paşa) gibi çok sayıda tanınmış zevat vardır) götüren Osmanlı ordusu, Alman askeri müşavirlerini kullanmaya başlamıştı. Bu bir politikaydı. Özellikle Balkan Savaşı’ndan sonra ordunun gençleştirilmesi, modernize edilmesi ve silah alımı artmıştı. Osmanlı bunu büyük ölçüde başarmıştı. Yabancı ataşemiliterler, özellikle Avusturyalılar bunu gözlemliyor ve rapor ediyorlardı. Mart başına kadar, Kasım başındaki İngiliz gösteri saldırısından ve Boğaz’ın savunmada çok pahalıya mal olmasından sonra bizde bu konuda bir tahkimat projesine geçildi. Britanya ve Fransa birleşik donanmasının Çanakkale’ye fiilen müdahalesinin aylarca gecikmesi tahkimat gayretlerini de çoğalttı. Nitekim kara savaşı için yapılan hazırlık ve kullanılan silahlar bunu göstermektedir. Her şeye rağmen Osmanlı, harbe fiilen girdiğinde donanmada 46 parça gemisi vardır. Bunlardan Mesudiye zırhlısı ve sonradan Almanlardan alınan Breslau, yani Midilli savaşta batırılmışlardır.
LIMAN VON SANDERS GELDİĞİNDE PLAN HAZIRDI
Çanakkale Savaşı aslında Şubat 1915’te başlamış oluyor. Müşterek ordu komutanı General Liman Von Sanders’tı. Liman Von Sanders, komutanlığa terfi ettiği zaman 60 yaşından gün almıştı. Bu vakte kadar kurmay hizmetleri ve belirgin formel komutanlıklar dışında parlak bir kariyeri olduğu ve Alman ordusunda çok bilinen ve sayılan bir kişilik olduğu söylenemez. Savaş zamanı kendisinin düzgün bir kurmay olduğu, oldukça dengeli ve namuslu bir komutan olduğu, bununla birlikte yanlış kararlar aldığı da göze çarpmaktadır. En önemli olay, kara müdahalesini doğrudan doğruya Saros Körfezi’nden bekliyordu, bu başka bir taraftan yapıldı. Bir konunun üstünde hassasiyetle durmak gerekir. Kendisi ordular komutanı olarak oraya tayin edildiği zaman, artık saldırı yapılmak üzereydi, deniz muharebesi sona ermişti. Bunun gününü Alman tarafının ne kadar sıhhatle elde ettiği üzerinde bir şey söyleyemeyiz. Buradaki Alman ve Avusturya askeri varlığı üzerinde duralım. Britanya tarafında Fransızlar vardı ve dominyonlardan bilhassa Avustralya-Yeni Zelanda askeri burada çarpışmıştı. Alman tarafında da komutan Alman olduğuna göre bunları beklersiniz. Hayır. Tüm savaş boyunca aşağı yukarı 20 bin asker kadar tutan Avusturya-Alman yardımı ne ilginçtir ki daha çok Kudüs ve Filistin üzerinde yuvalanmıştır. Burada bir tarihi, kültürel, dini yönelimin söz konusu olduğu açık. Çünkü Kutülamara’da bile Alman asker ve komutan yoktu. Süveyş’te sadece Alman stratejistler vardı ki, Cemal Paşa’yı oldukça yanılttılar. Ve vaad edilen yardım geç geldiği hatta gelmediği için maalesef çölü geçmek çok kötü oldu. Çanakkale’de de bu durum göze çarpıyor. Liman Von Sanders’in daha evvel askeri heyet başkanı olarak doğru mütalaası Sarıkamış’a yönlendirmesiydi. Enver Paşa’yı cesaretsizlendirmişti. Bunda da haklıydı. Fakat Çanakkale’de öyle görünmüyor. Kendisi Çanakkale’den sonra Filistin Cephesi’ne sevk edildi. Burada Resmi sonuç burada yenilgiye uğrayıp Almanya’ya döndüğüdür. Savaş boyunca bizim komutanlar konusunda hayli münakaşalı fikirler öne sürülüyor. Görüşlerden bir tanesi Çanakkale Savaşı’nı tamamen Mustafa Kemal Bey’in yönlendirdiği ve kazandırdığı ve Conkbayırı ve Anafartalar zaferinin çok etkili olduğudur. İkincisi tamamen buna mugayir tepki mahiyetinde söz konu bile olmadığı, hatta bu tip münakaşaların sonradan bazı muharib gazilerin hafızalarını bile etkilediği, o arada Conkbayırı ve Anafartalar’da olmayanların bu ismi duymadıklarını söyledikleri bilinmektedir. Fakat savaşa katılan komutanların yazdıkları esas alındığında, bu cephedeki başarının, bizde resmi tarih diye küçümsenen belgelerden daha da fazla yer aldığı görülür, bizzat Ian Hamilton ve donanma komutanı Amiral Sackville Carden’ın yazdıkları bunu açıkça göstermektedir.
DENİZDEN GEÇEMEYİNCE KARAYA YÜKLENDİLER
7-8 Mart’ta Nusret mayın gemisinin döktüğü mayınlar bugün tartışılıyor. Bizim Türk komutanlarına mal ettiğimiz bu mayın döşeme işlemini Alman askeri tarihçileri, kendi yardımcı komutanlarına mal ediyorlar. Bu konuların tartışılması beyhude. Burada önemli bir durum var. Çıkarmanın yapıldığı tarihten takriben bir aya yakın sürede Boğaz girişindeki mayın taramaları bitmişti ve Boğaz, mayından temizlenmiş görünüyordu. O gece yapılan döşemenin, İtilaf donanması tarafından tespit edilemediği anlaşılıyor. Bu deniz harekâtını büyük ölçüde engelleyen bir durumdur. Fakat şunun üzerinde duralım. Çanakkale denizden geçilemedi, ama asıl geçilemeyen gemi sayısı bakımından donanması zayıf olan bir memlekette karadaki direnişti. Denizden geçilemeyeceği anlaşılınca karadan çıkartma yapmaya karar verdiler. Churchill, “Ne olursa olsun karadan veya denizden geçilecek!” dedi. Çanakkale’nin geçilemezliği orada bir daha anlaşıldı. Burada ilk harekat anında Bouvet’nin battığı ardından Ocean’ın çok derin yaralanarak Boğaz’ın derin sularına gömüldüğü ve bunu batıran ağır merminin Seyid Onbaşı’nın manivelası, yani vinci bozulan ağır topun mermisini kendi taşıyarak yerleştirmesi ve bu şekilde gemiyi batırdığı rivayet edilmektedir. Irresistable ise mayınlara çarparak batmıştır. Agamennon zırhlısı, yani vakti zamanında Troya’ya saldıran birleşik Hellas ordularının Akaialıların şefi Kral Agemonnon’un adını taşıyan gemi ise tarihi bir mizah paralelliğiyle savaş alanını terk etmiştir. Boğaz’ın geçilemezliği anlaşılınca karaya yüklenme olmuştur. Kara savaşında ise, Avustralya ve Yeni Zelanda kuvvetleri tek başına değildir. Bilhassa son zamanlarda çevrilen filmlerle, bu yanlış yorumlanıyor. Burada Britanya’dan gelenler de ve Fransız müttefikler de vardı. Hatta Yunanistan da işin başında katılmayı teklif etmişti. Henüz çarpışmayan bir memleket olmasına rağmen. Fakat tabii ki Anzak denilen grup üstüne ağırlık binmiştir. Bu memleketin insanları ilk defa bir savaşa katılıyorlardı. Türkler hakkındaki fikirleri savaş sırasında ve sonrasında çok değişmiştir. Oradaki yenilgileri, bir milli duygu yaratmıştır. Bunun neticesini bugün görüyoruz. Kara savaşlarında hiç şüphesiz ki Mustafa Kemal Bey, Fevzi Paşa ve Esad Paşa gibi komutanların rolü ön plana çıkmıştır. Enver Paşa’nın Çanakkale’deki zaferi sebebiyle Harp Mecmuası’nda Mustafa Kemal Bey’in son anda fotoğrafını ve hakkındaki bilgileri kaldırttığı ileri sürülmüştür. Aynı şeyi sırasıyla Trablusgarb, Çanakkale ve Filistin cephelerinde savaşan Şehzade Osman Fuat Efendi için de yapmıştı.
Netice itibariyle Mustafa Kemal Bey, 8 ay savaş meydanında kalmıştır. Ekim’de hastalık izni dolayısıyla İstanbul’a gittiğinde, muharebe alanının müttefikler tarafından gizlice terk edildiği bilgisini almıştı. Bilhassa Conkbayırı’ndaki yenilgi nedeniyle hiçbir şekilde Boğaz’ın artık karadan da geçilememesi dolayısıyla İngiliz Harbiye Bakanı savaştan gizlice çekilme emri vermiştir. Aralık’ta başlayan gizli çekilme, o kadar maharetle yapılmıştır ki kolay hissedilmemiştir. Ocak 1916 başında bir sabah kalkıldığında ani bir şekilde bütün kumsalların boşaldığı görülmüştür. Zafer kazanılmaktadır.
Çanakkale zaferi, Türklerin şuur ve güveninden ileri gelir. Bu zafer, Türk milliyetçiliğinde büyük bir uyanış ve gelişmeye neden oldu. İmparatorluğun her zaman için ayakta kalacağı düşünüldü. Bu İslam dünyasının son parçasıydı. Onun ayakta kalması çok mühim addedildi. Mehmet Akif gibi İslamcı bir şair yazdığı Çanakkale mersiyesi nedeniyle ne kadar okundu ve alkışlandı; oradaki şu mısraya hiç kimse bir şey söyleyemedi: “Bedrin arslanları ancak bu kadar şanlı idi.” Yani “İslamiyet’i yayan onu müjdeleyen savaşçılarla, onu yedi düvele karşı koruyanlar aynıdır” diyor. Bazı iddiaların aksine Çanakkale’ye savaşa gelen Hint-Britanya ve Fransız dünyasının Müslüman askerlerinin çok az sayıda olduğu. Hindlilerin sonradan Ortadoğu’da faal olduğu görülmektedir. Burada bu rakamın bizim literatürde de abartıldığı belirtilmelidir. Mehmet Akif’in muhteşem mersiyesine, Süleyman Nazif “Allah’ın şairleri de var” diyerek pek de itiraz edilemez bir methiyede bulunmuştu.
Savaşın sonunda İstanbul kurtulmuştur. Bugün “nasılsa işgal edilecekti niye direndiler?” denilmektedir. Evet ama o zaman İstanbul onlar tarafından alınacak, fethedilecekti. Haklı olarak bazı yazarlarımız “fethettikleri hiçbir yerden çıkmazlar ve orayı derhal kendilerine benzetirler” diyor. Uzun ve yorucu bir harbin sonundaki mütareke dönemi başka, işgal başka bir şeydir. Onun için bu savaş İslam dünyasına (İngiliz sömürgelerinde, Mağrip’te, Ortadoğu’nun bazı bölgelerinde, Rusya’da)
moral vermiştir. Türklerde yeni bir vatanperverlik şuurunun uyanmasına neden olmuştur. Tabii ki savaş bu kadarla bitmiyordu. Ardından da Galiçya’ya gönderilen bir kolordumuz var, çok büyük kayıplar verildi. Bunun aksi Batı dünyasında (Alman ve Avusturya Literatüründe, ben çok büyük değerlendirmeler görmedim) Kutülamara zaferini ele alalım. Kutülmara’da Almanlar yoktu. Goltz Paşa ölmüştü, Alman kurmaylar bertaraf etmişlerdi. Burada başarı, tamamen Nurettin ve Halil paşanın harekât planını takip etmesinden ileri gelir. O tam bir darbe oldu Britanya’ya. Dört yıl Britanya İmparatorluğu çarpışmamıştır hiçbir yerde. Bu iki zafer kamuoyunu çok zedeledi. O yüzden de mütareke şartları çok ağır oldu Türkiye için.
Yazı: İlber ORTAYLI